Devletler arası ilişkilerin doğası gereği İran İsrail’in 1 Nisan saldırısına cevap vermemezlik edemezdi. Elçilik, ülke toprağı sayıldığından, İsrail; İran’ı kendi toprağında vurmuş oluyordu.
Öyleyse İran’ın cevabı da aynı biçimde olmalıydı. Ancak ortada üç soru vardı: İran, hemen mi cevap verecek yoksa zamana yayarak vekillerini mi kullanacak? Cevabın şiddeti durumu kurtaracak, İsrail’in misilleme yapmasına gerek bırakmayacak düzeyde mi kalacak? Yoksa İran bugün kadar görülmemiş şiddette ve etkinlikte bir vuruşla büyük can kaybına yıkıma yol açarak İsrail’in başlattığı tırmanmayı hızlandıracak mı?
İran’ın cevabı hem geniş çaplı hem de İsrail’e fazla zarar vermeyecek biçimde gerçekleşti. İran, İsrail misilleme yaparsa daha şiddetlisi gelecek derken cevabını sınırlı tuttuğunu, süreci burada kapatmak istediğini ifade ediyor. İsrail’in saldırıdan yedi saat sonra hava sahasını tekrar ticari uçuşlara açmış olması da benzer yönde yorumlanabilir. Biden’in G7’yi “diplomatik” tutum belirlemek için toplama çağrısı ABD’nin de bir tırmanmadan yana olmadığına işaret ediyor.
Tüm bu gelişmelerin bir boyutu daha var: İran saldırısı karşısında İsrail’i korumak için ABD ile Avrupa ülkelerinin yanı sıra Sünni-Arap ülkelerinin teknolojik kapasitelerinin de devreye girdiği aktarılıyor. Eğer bu sonuncu istihbarat doğruysa, Gazze soykırımına, yıkıma karşın İbrahim Anlaşması’nın hâlâ ayakta olduğu, Sünni Arap rejimlerinin gözünde Filistin halkının pek bir değeri de olmadığı anlaşılıyor.
Diğer taraftan İsrail’in hava savunma kalkanı kendini kanıtlıyordu, kimi uğursuz ittifaklar ayaktaydı ama Haaretz’de bir yazarın vurguladığı gibi bir tabu da kırılmış oluyordu: Otuz üç yıl sonra ilk kez bir ülke İsrail’i doğrudan hedef aldı!
Bunlar aktörlerin özgün niyetlerini göz önüne almayan soğuk kanlı gözlemler. Ancak bir adım geri çekilip bakınca resim biraz daha karmaşıklaşıyor: 7 Ekim’e kadar geri gidersek Hamas’ın bu kadar kanlı ve maksadını çok aşan saldırıyı ya da vahim hesap hatasını (ki bu uzak bir olasılıktır) Gazze’de gittikçe aşınmakta olan iktidarını Gazze halkının canı pahasına canlandırmak, İsrail ile Körfez ülkeleri arasına başlamış yakınlaşmayı bir bölgesel savaşı tetikleme pahasına sabote etmek için düzenlemiş olduğunu görebiliyoruz.
Netanyahu’nun ise tek amacı vardı: İktidarda kalıp hapse düşmekten kurtulmak. Bu amaçla Ben GvirSmotrich faşitlerine yönetimi teslim ettti, onları Gazze ve Batı Şeria’da etnik temizlik ve soykırım politikasını kabullendi. Böylece İsrail’in dünyadaki yumuşak gücünü tamamen yok etti, uzun dönemli güvenliğini, hatta bekasını bütünüyle tehlikeye attı. Netanyahu, devam edebilmek için savaşı tırmandırmak istiyordu ama Hizbullah ve diğer İran vekilleri saldırılarını düşük düzeyde tutuyor, tırmanmaya fırsat vermiyorlardı. Bu koşullarda, çatışmaları ABD’yi bölgede doğrudan taraf olacak biçimde içine çekecek, İsrail’in Batı kamuoyunda yalnızlaşması sürecini tersine çevirecek yönde tırmandırmak gerekiyordu. Netanyahu bu amacına İran’ı doğrudan savaşa girmeye zorlayarak ulaşabileceğini düşünüyordu.
Bunları göz önüne alarak bakınca, eğer ABD’nin İsrail üzerindeki basıncı, İran’a yönelik tehditleri etkili olmazsa, ki olmayabileceğini düşünmek için çok neden var.
Şimdi Netanyahu rejiminin İran’a daha sert bir cevap vererek savaşı daha da tırmandırma olasılığı yüksek. İlk anda gelen haberler, İran’ın İsrail’e yönelik saldırısının İran ekonomisini vurmuş, halkta temel gıda maddelerine doğru stoklama paniği yaratmış olduğu anlaşılıyor. Batı Şeria ve Refah’a girmek için çırpınan Gvir ve Smotrich faşistlerinin Netanyahu üzerindeki basıncı da göz önüne alınca, çatışmaların karşılıklı vuruşlarla devam ederek yayılma olasılığı hiç de zayıf değil!